Oturduğu yerden ekmek yemekten, kendi fırınında ekmek yapmaya kadar gitmeyi düşünen bir delinin aklından geçirdikleri

Çarşamba, Ağustos 03, 2011

Ramazan pidesi tadında

Küçüklüğümden beri benim için Ramazan=Pide. Gayet açık ve net. Oruç tutmanın fiziksel açıdan en büyük ödülü bu sanırım. Oruç tutmayan için de içinde inceden bir suçluluk duygusu uyandıran muhteşem hamur işi. Tüm gün iş yerinde yemek-su içmeden saatler geçirip, iş arkadaşlarına sinir olup istediğin şekilde içinden adam gibi okkalı bir söylenemeyip, artık sinirler-açlık bitme raddesine geldiği zaman fırınlar pideleri çıkartmaya başlar sıcak sıcak. Neydi o açlık, o sinir? Ne oldu fırın sırasında kasap önünde kedi oldun? Ramazan pidesi oruç tutanın tutmayanın, çocuk yetişkin, müslüman musevi hıristiyan demeden herkesin gerçekten çok sevdiği bir lezzet. Bir nevi simit ama akşam yemeğinde yenen. 
Ramazan pidesi için elimde olan tarifi geliştirmek için internette gezinirken, yurdum insanının çeşitli yorumlarından kendimi koruyamadım. Alakalı alakasız, garip gurup bir sürü tarif ve yorum okudum ama tek bir tanesi aklımda kaldı, 'Kardeşim madem bu kadar seviyorsunuz bu pideyi, niye sadece ramazan'da yiyiyorsunuz?' Haydi bakalım bir de burdan koparın somunu. Haydaaa. Evet hakikaten neden yemiyoruz bu kadar sevdiğimiz bu pideyi? Un, su, maya değil  mi sonuçta, e eveet. Peki bu pideyi bu kadar sevmemizin nedeni senede sadece 1 ay olması mı? 
Bu olay hep ilgimi çekmiştir zaten, kaçan kovalanır olayı. Hiç anlayamadım açıkçası konsepti. Popüler kültürdeki kadın tiplemesine bakıyorum, kız arkadaşlarımdan dinliyorum ama ııh, ben olamadım o insan. İçimden geleni yapma taraftarıyım hep, genelde de böyle yapıyorum, spontane deniyor sanırım Türkçe mi bu? Fevri işte. Neyse. Sen arama dur o seni arasın, 'kızııım, mesajına cevap vermeden önce 2 saat 45 dakika bekle!', nasıl yani?! Peki ben aramak istiyorum, söyleyecek bir şeyim var belki, ya da sadece konuşmak istiyorum, bunlar önemli değil mi. Yok güzelim, kaçan kovalanır, beyaz ekmek bak her gün çıkıyor kimse yüzüne bakmıyor, ramazan pidesi 1 ay çıktı mı baş tacı oluyor.
Aklıma bu sorunsal takılınca direk uzun süredir ihmal ettiğim sevgili blog'um geldi. Bir nevi ramazan pidesi o da, çok sevmeme rağmen hep yapmadığım. Aklıma gelse de yazmadığım. Ben de ramazan dışında ramazan pidesi yemek isteyenlere, istediği insanı istediği zaman arayabilenlere ve işallah istediği zaman bu blogda yeni bir şey bulabilenlere pişiriyorum bu pideyi. Bir de babama tabii, baya aç çünkü.


Ramazan Pidesi


500 gr un
12 gr yaş maya ya da 4 gr instant maya
300 ml soğuk su
14 gr tuz
10 gr bal
Serpmek için, İrmik


Üzeri için 


2 ÇK yoğurt
1 yumurta sarısı
1 ÇK su
Çörek otu, susam


Eveet, gelelim fasulyenin faydalarına. Eskiden çok resim koyuyordum, kalitesiz gözüküyor, çok kalabalık gibi yorumlar aldım artık koymayacağım. Direkt tarif. Kuru kuru. Nasıl boğazınızda kalıyor görelim. Haydi bakalım.
Öncelikle unu ve tuzu iyice harmanlıyoruz. Yaş maya kullanıyorsanız ılık suda açmak lazım, buradaki püf nokta mayayı açmak için kullandığımız suyu 300 ml'den düşmek. Yoksa tarif şaşar. Suyun içine bir de balı koyarsak mayayı besler, koyalım o zaman. Unlu karışıma maya karışımını ekleyip 10 dakika yoğuruyoruz. Ben makinede yaptım, o yüzden böyle geniş geniş 10 dakika diyorum ama şart yani. Hamur yapışkan bir hamur sıkıntı yapmayın, biraz un serperek ya da ıslak ellerle işleyerek bunu aşabilirsiniz. Hamur elastik bir yapıya geldiginde, top şekli verip, bir tepsiye bol irmik serpip dinlenmeye bırakıyoruz.
Hamur 2 katına çıktığında, mayalanmış mı diye bakın bir bakalım. Bunu da işaret parmağını hamura hafifçe batırarak anlayabiliyorsun. Hafifçe batırarak derken gerçekten hafifçe diyorum, hamur mayalandıysa parmağın ezdiği yer hop diye geri gelecektir. Mayalanmış hamuru, 2 elin parmak uçlarını kullanarak düzleştiriyoruz. Bunu nasıl anlatacağımı bilemedim açıkçası, düşünme amaçlı önüme bakarken çözümü buldum. Klavyede yazarcasına dağınık bir şekilde parmaklarımızla eziyoruz hamuru. Az çok pide şeklini aldığında tekrar üzerini kapatıp, bir kez daha mayalandırıyoruz. İçinde bulunduğumuz hava koşullarında 45 dakika yeterli oluyor. Ben genelde fırının içinde mayalandırıyorum. Ayak altında olmuyor. 


Tekrar mayalanan hamuru tekrar parmakla eziyoruz. Buyrun size resim. Özlediniz mi? Yine kaçan kovalanır oldu değil mi. yaaa.




Üzerine süreceğimiz harç da önemli burada, çoğu yerde süt, yağ falan oluyor. Benim bugün mutfaktaki 'usta'mdan öğrendiğim ise daha etkili, yoğurt, yumurta sarısı ve azıcık suyu karıştırıp direk pideye sürüyoruz. Mis. Ben 2 kat sürdüm.




Üzerine istediğiniz kadar çörek otu ve susam atıp, önceden ısıtılmış 220 derece fırında 15 dakika pişiriyoruz. Veeeeeeeeeee




PİDE!

Ben pideyi tam iftara yetiştirdim ama yukarıya çıkartana kadar oruçlar açılmıştı. Bir de trip attım mutsuz ev kadını gibi, 'ben işten gelip ramazan pidesi yapıyorum, siz dışardan alınmış pideyle başlamışsınız bile' diye, sanki benim aç olan. Sonuçta pideden bir parça bile kalmadı, ramazan pidesi cepte.




PS:Çok uzatmayacağım, evet bayadır yazmıyorum, evet kaç ay oldu, evet yuuuh.  Ama bu arada pastacılık ekmekçilik okuluna mı gittim dersiniz, bir restoranda staj mı yapıyorum 9 haftadır dersiniz, artık orasını ben bilmem. Sonunda geldim. Evet neredeyse 7 ay olmuş olabilir son yazımdan beri ama olsun, zararın neresinden dönülse kardır değil mi? Kendimi teselli ediyorum çaktırmayın. Aslında yazacak o kadar çok şey oldu ki son aylarda, belki de o yüzden yazamadım. Hangisini yazsam bilemedim. Her şeyden önce, Mutfak Sanatları Akademisi'nde Ekmekçilik ve Pastacılık kursunu bitirdim. Nurtopu gibi bir stajeriniz oldu!!! Okuldan sonra ise 9 haftadır bir restoranda staj yapıyorum. Acemi fırıncı gerçek bir mutfaktan bildiriyor artık!!! Evet blog yazmaya başlamamdan sonraki bu fırın işine doğru attığım en ciddi adım bu. Ve doğru yolda olduğumu anladım. Mutfakta ayakta geçen saatler geçmiyor, uçuyor resmen. Her geçen gün heyecanla yeni bir şey öğrenmek, seneler sonra okula dönmek çok heyecan vericiydi. Tırnaklarımın kısacık kesilip ojesiz olması, boneler, makyajsız, parfümsüz, kısaca cinsiyetsiz olmam bile moralimi bozamıyor artık. 7 aydır oje sürmedim, beni tanıyanlar bilir, inanılmaz bir şey. İnsanlık için miniminnacık ama Bengi için baya ciddi bir adım bu. Okulda günde 3 tarif yapa yapa, şubat başından beri baya bir yol kaydettim şaka maka. İş yerinde öğrendiklerim de cabası.Yakında görüşürüz malzeme birikti acayip, oruç tutan bünye misaliyim, daha yeni ısınıyorum.

Çarşamba, Ocak 19, 2011

döNYüşüm muhteşem olacak..Pt 2.

Bu aralar kafam biraz dağınık, o yüzden kusuruma bakmayacaksınız sayın izleyiciler. Aklımda bin tane şey var ama hiçbiri aklımda yer kaplamaktan ve beni yavaşlatmaktan başka bir işe yaramıyor açıkçası. O nedenle yazacak pek bir şey de bulamadım ne yalan söyleyeyim. Bari Amerika yazımı bitireyim sonunda, belki ilham alırım. 
Eveet ekmekaskina ile dünya dönüyor devam ediyor. Geçen haftalardaki İstanbul temasından sonra, tekrar batıya, Amerika'nın muhteşem küçük adası Manhattan'a dönüyorum. Bahsettiğim gibi her yer Noel, her yer kutlama falan bir mutluluktu. Evet, şarkılar beni sinir etti fakat itiraf etmeliyim ki fena halde kıskanıyorum bu adamların bayramlarını. Her şeyi inanılmaz bir çoşku ve güzellikle yapıyorlar, bakın yani o süslemeler, çam ağaçları, ışıklar. Gerçekten ciddiye alıyorlar dini bayramlarını. 5. Cadde'de duran bu itfaiye arabası bile kendilerini ne kadar ciddiye almadıklarını, ve bayramı gerçekten herkesin kutladığını gösteriyor. Koca NYFD bile almış süslemiş arabasını insanların önünde resim çekmeleri için park etmiş caddeye. Ben çekmedim tabii, ama istedim yalan söylemeyeceğim.


Bizde bayramlarda sokağa çıkmaya korkarken insan, burada ağzı açık kalıyor. Sokakta gezerken her pencerede küçük de olsa bir çam ağacı ya da bir süsleme görmek mümkün, tüm şehir kostüm giymiş gibi oluyor. Bizim otelde de inanılmaz heybetli ve çok güzel süslenmiş bir ağaç vardı, önünde sürekli resim çeken sürüyle insan vardı ondan açılı çektim, ama yine de biri kareye girmeyi başarmış.


Otel demişken, kahvaltısı çok ama çok güzeldi. Babaannem senelerdir her sabah aynı şeyi yediğinden, bir şekilde ona bir Türk kahvaltısı yaratmak durumunda kaldım, ve sonunda da başardım! Kahvaltıya olan düşkünlüğümü önceki yazılarımda da üzerine basa basa belirtmiştim, sanırım genetik. Babaannem sabahları domates-peynir-zeytin-ekmek dörtlüsü dışında bir şey yemez.  Buyrun size Türk kahvaltısı!

Ben taaa Amerika'ya kadar gelip kendi ellerimle bile yaptığım bagel yemeden dönemezdim tabii ki. Yazımda da ağzımın suyunu akıta akıta hayal ettiğim füme somon, ekşi krema ve kapari. Son nokta. Ben limon ve domatesleri alakasız buldum ama önemli değil, keyfim yerindeydi.

Ben daha maceraperest davranıp, buraya kadar gelip bir pancake yemeden dönemezdim diyerek orman meyveli pancake ısmarladım bagel'ımdan sonra. Pancake'in türkçesi gözleme olarak görünüyor, göz var nizam var gözleme değil besbelli, bu yüzden pancake olarak kalacak, benden günah gitti. Babaannem ve Halam da birer çatal almadan edemediler. Yanına da sıcacık akçaağaç şurubu. İyi olduğunu söylememe gerek yok herhalde.


Eveet gelelim bütün bu Noel çılgınlığından uzakta kalan güzelim West Village'a. Tasha'nın önderliğinde bir full gün geçirdik ordan oraya giderek. Öncelikle tabii ki, benim nirvana'm, Magnolia Bakery'e gittik. Aaah aaah nasıl anlatsam size burayı? Ferrari arabalar için ne ise, Magnolia Bakery de her türlü kek için böyle. Oldu galiba. Holy grail demeye çalıştım Türkçe, ama çeviri sitelerinde Filistin falan yazıyordu kafam karıştı, boşverdim.


Buzzz gibi NY soğuğundan içeriye adımınızı attığınız anda etrafınızı saran sıcacık buhar ve vanilya kokusu, o miniminnacık dükkanda kapı önündeki masada dizilmiş sıralarca cupcakeler. Buzdolaplarındaki türlü kekler, pencere kenarlarındaki minicik sarı ışıklar, itmeden sırada duran bir otobüs insan. Ben red velvet ve vanilyalı cupcake'de karar kıldım.


Tam ödemeye giderken gözüme takılan Caramel Cake'i ise tabii ki de es geçemedim. Benim için karamel deyince akan sular durur.
Magnolia Bakery
401 Bleecker Street

Dışarıya çıkar çıkmaz, yürürken yemeye başladık elimizdekileri. Bu arada hava gerçekten dayanılmayacak kadar soğuk, Tasha da bir yandan telefonunda harıl harıl en yakın barı arıyor, anlatacağım birazdan. Caramel Cake, bir numero. Hem de tuzlu karamel çıktı, yumuşacık, ne kuru ne ıslak, nemli bir kek. İkincim...
Ojemle aynı renk yalnız dikkatinizi çekerim
Red Velvet! Kelimeler yetmiyor güzelliğini anlatmaya. Yedikten sonraki gün zaten ilk iş gidip Magnolia'nın kitabını aldım, İstanbula döner dönmez de ilk bu tarifi yaptım. Tam istediğim gibi olmadı, bir kaç güne gerekli oynamaları yapıp yazacağım. Vanilyalı cupcake de vanilya işte. Hep derim, yani vanilya sonuçta, evet cupcake evet güzel ama özel değil. İnsanlar için de geçerli bu vanilya kuramı, yani evet erkek, tamam yakışıklı, okey iyi bir çocuk, ama vanilya işte.Iııh yani işte. Va-nil-yaaaaa!!! 50 çeşit tat varken..Patenti bende ona göre. Biraz önce bahsettiğim Tasha'nın telefonundan gidecek yer bulma olayına değineyim unutmadan. İstanbul'un acilen ihtiyacı olan bir şey Tasha'da mevcuttu işte. IPhone için TimeOut bar ve restaurant programı. Tanımadığımız bir sokakta soğuktan donarak yürürken, pat açılan bu program, bizim o an harita üzerinde olduğumuz yere en yakın tüm bar, cafe ve restaurantları gösteriyor. Göstermekle kalmıyor açıklayıcı birer metin, kullanıcılarından ve editörlerinden gelen puanlarla not veriyor ve resimlerini gösteriyor. Gerçekten bir hayat kurtarıcı. Hele İstanbul gibi bir düğümde, böyle bir programın yararı büyük olur.
Bu kadar tatlıdan sonra benim hep midemde beliren garip bir tuzlu isteği olur, NY'ta da durum değişmedi. Nedense ağzımdaki son tat hiç bir zaman tatlı olmamalı, yemeğim bitmemiş gibi geliyor bana. Durum bu olunca, Tasha'yla Chicago'da sürekli yaptığımız hazine avına devam etmeye karar verdik. Bizim için hazine=hamburger. Gerçekten iyi hamburger yapan bir yer bulmak için denemediğimiz hamburger, girmediğimiz delik kalmadı Chicagoda. Hatta Tasha bir kaç aylığına İstanbul'a yaşamaya geldiğinde, buradaki hamburgerlerde aradığımızı bulamayınca, en büyük hayalimiz muhteşem biralar eşliğinde çeşit çeşit hamburgerler satan bir pub açmaktı. Heeey gidi günler diyorum... İstanbul'da hamburger konusunda evime de yakınlığıyla sükse yapan Burger Bar'ı tavsiye ediyorum, az pişsin deyince anlayan, avokado, karamelize soğan ve jack daniels sos gibi nadide garnitürler bulunduran bir mekan. İki eksileri var, fiyat-burger boyutu orantısı ve tırtıklı donmuş patates kızartmaları. Onun dışında süper, bir de unutmadan kızarmış hellimleri inanılmaz. http://www.burgerbar.com.tr/


Ben çeşitli burger anılarım arasında kaybolmadan, West Village'da hamburger dendiğinde akla gelen ilk yer olan Corner Bistro'ya gittik. Burası adından da anlaşıldığı gibi gerçekten köşede minnacık bir dükkan. Menüsü gayet basit, seçim yapmak gerekmiyor. Bacon ve peynirli  spesyalite Bistro Burger, hamburger, cheeseburger, tavuk sandviç ve chili. Bu kadar. Muhteşem.  
Ben Bistro burgerimi az-orta pişmiş yedim yanında da çok ama çok özlediğim eski dostum buğday birası Blue Moon içtim. Tek kelime ile efsaneydi, bazen gerçekten 'less is more', o insanın ağzına bile sığdıramadığı milyon malzemeli tasarım burgerların yanında, 7 dolarlık bu 'basit' burger beni benden aldı. Tavsiye ediyorum. 

Corner Bistro
331 W. 4th St.New YorkNY 10014 at Jane Street

Karnımız doymuş sıcacık bir şekilde Corner Bistro'dan çıkıp yolumuza devam ettik Tasha'yla. İkimizin ortak aşkları hamburger ve bira ile bitmiyor tabii ki, sırada bu soğukta cuk oturacak viski var. Viski konusu açılınca Tasha beni inanılmaz bir yere götüreceğini söyleyince, yakın olması şartı ile kabul ettim. İyi ki de etmişim, resmen koşarak gittik Hudson Bar and Books'a. İçerisi karanlık mı karanlık, koyu renk ahşap bir bar ve tüm duvarlar sıra sıra kitaplarla dolu. İçeride hafif bir duman, loş ışıklar ve havada puro kokusu. Cam kenarında bir koltuğa yerleşip menüyü istedik. Menü ki ne menü,  İstanbul'da bırak bir kadeh içmeyi, şişesi bile bulunmayan onlarca çeşit viski. Şu içki düzenlemesi tartışmaları sürerken ayrı bir zevkle anıyorum bu barı, yazmaktan keyif alıyorum resmen. Menüsüne web sitesinden bir göz atın gerçekten, her şeyden önce eğitici bir yanı var. Ben tutuculuğuma devam edip, Daha önce China Town'daki Whiskey Tavern'da deneyip aşık olduğum Glenlivet 15 yrs French Oak'la devam ettim yoluma, Tasha ise Tour of Scotland diye bir tadım menüsünü seçti. İyi ki de seçti ki ben de Macallan 12 yrs içebildim biraz. Viskilerin yanında buz gibi su, bir kova buz ve kendi yapımları patates cipsi getiriyorlar şık gümüş kaselerde. Çok hoşuma gitti, Tasha bir de küba purosu aldı, ooh keyif. Bu arada bu barda 5 dolar ödeyip sigara da içebiliyorsunuz. Türklere duyurulur.

Hudson Bar and Books
636 Hudson St-between Jane St & Horatio St

Biraz önce bahsettim, biraz daha detay vereyim viski severler için-Whiskey Tavern China Town'da bulunan klasik bir amerikan spor barı. Her tarafta televizyonlar asılı, beyzbol şapkalı, amerikan futbolu formalı amerikalı Joe'lar sıra sıra dizilmiş kızarmış yemeklerini yutup maç izliyorlar. Ki gerçekten bu benim Amerika hakkında en çok özlediğim şey burada. Yani şıkır şıkır giyinip, en az 2 kişiyi ikna ve organize edip, atla taksiye git mekana, rezervasyon sıra bekleme derken gerçekten bir kadeh bir şey içmeye çıkmak eziyete dönüşüyor İstanbul'da. E haliyle bu kadar zahmete girince de insan bir içki içip evine dönmüyor, geceler uzuyor, içkiler artıyor, bir sürü sıkıntı. Halbuki Amerika'da ne güzel bir pub'a girersin, kimse üzerindekilere bakmaz, günün ne saati olursa olsun bara oturup tek başına bile bir bira içebilirsin tasasız. Köşede bir tane jukebox, koy 1 doları, çal en sevdiğin 2 şarkıyı, kişiye özel eğlence ya. Haute zevk. Sonra da ne yapacaksan onu yaparsın. Yine dağıttım konuyu, Whiskey Tavern. Evet buranın tipik Amerikan barından tek farkı, bunların hepsinin viski içilerek yapılması. İnanılmaz bir liste, uygun fiyatlar, etrafında bulunan muhteşem çin restoranları da cabası.

Whiskey Tavern
79 Baxter St- Between Bayard St and Walker St

China Town'dan çıktık köyün delisi gibi yürüye yürüye Prince Street'e kadar geldik vee ne görelim, hayallerimin fırını!

Beyaz-krem rengi fırfırlı tentesi, beyaz ahşap kaplamaları, kocaman camları...Tek kelime ile muhteşem.
Adı da Little Cupcake Bakeshop. Bittim. Dışına bu kadar tav olduğum bir yerin cupcake'leri nasıldı diyen olursa..
Little Cupcake Bakeshop
  30 Prince Street


İNANILMAZlardı! Evet bu fırın işi kesin olmalı. Uzun süredir hiç bir şey için bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. Gerçekten sokağın başından görmemle beraber bu cupcake fırınını, ben ne yapardım, ne renkler kullanırdım, nasıl dizerdim diye bitmeyen sorularım oldu kafamda ve çok heyecanlandım. Evet, budur. İnsanın kendini bu kadar heyecanlandıran bir şey bulabilmesi çok garip bir his, umut veriyor ilerisi için. Belki bir gün yaptığı işte mutlu olabilmesi ve her sabah yatağından zıplayarak kalkıp işe gidebilmesi süper olsa gerek. Darısı benim başıma.
Yazıyı 3'e böleceğim gerçekten bitmiyor yazacak şeyler, bu arada tarifler de birikti, biraz onlara yoğunlaşmam gerek, bu hafta ikilerim artık yazıları bu aldığım yenilenmiş enerjiyle. İlham almak demiştim, alındı. Çok yakında...



Pazartesi, Aralık 27, 2010

Olacak dedim, oldu

NY yazımı tamamlamadan önce, sıcağı sıcağına aklıma gelen başka bir şeyi yazacağım bugün. Daha önce de söylemiştim, bu şehirde yaşamıyor gibiyim diye, gerçekten yabancı gibiyim bu güzelim şehirde. Sürekli gittiğim yerler sanki İstanbul'un Avrupalı, melez hali hep. Ne Avrupa'lı ne Asya'lı tam, gurbetçi gibi. Bu fikir hep aklımın bir köşesinde durur, İstanbul'da daha çok şey yapmalıyım, her yer turist bir bildikleri var herhalde diye, ama sonunda hep tilki-kürkçü dükkanı misali, alıştığım yerlere alıştığım insanlara gidiyorum düşünmeden. Ben artık full-time düşünceci olmuşken, işsizliğim de etkilerini göstermeye başladdı yavaştan. Bir yerinde duramama, sürekli sıkılma gibi yan etkiler rahatsızlık vermeye başladı inceden. Ben hayatımla ilgili kararları veredurayım, zaman geçiyor ve maaş hesabım suyunu çekiyorken, eh ben de boş durmaktan sıkılmışken, anneannemin yanında çalışma fikrini verdi annem. Böylece son 1 haftadır her gün Sirkeci serüvenim başlamış oldu. İyi ki de başladı. Neydi o çok sevdiğim laf, 'Hayat siz karar vermekle meşgulken olanlardır', tam o oldu işte. Bu arada bu lafı daha önce de çevirip kullanmış olabilirim, bugünlük ingilizce'm bu işte. Ben ha İstanbul'u gördüm göreceğim diyerek yine Bebek yine Asmalı mescit yaparken, kendimi her gün iş saatleri arasında Sirkeci'de buluverdim. Gerçek İstanbul mu istemiştiniz hanımefendi, buyurun size İstanbul. Anneannem 1955'te dedemin açtığı Büyük Eczane'de 1964'ten beri çalışıyor. 1964. 2010. 2010-1964=46. 46 sene! Aynı yerde! Aynı meslek! Mesleğimi yapamayacağıma 2 buçuk senede karar veren sevgili ben, belli ki burda öğreneceğim çok şey var. Küçük bir işletmeyi çekip çevirmenin zorluğunu 6. günümde ben bile görmeye başladım. Fırın mı açacaktın kızım sen? Gel bakalım şöyle otur bir. Giy önlüğünü bakayım, esnaf taklidi yap. Bugünkü dersimiz Sabır...
Eczanede günlerim kültür şokundan iş şokuna koşmakla geçerken, 1 saatlik öğlen tatilim ne okul hayatımda ne de iş hayatımda bu kadar doyurucu olmamıştı. Hem yemek hem de kelimenin diğer her anlamı ile. Sirkeci gerçekten muhteşem bir yer. Bir insanın aklına ne gelebilrse, burada mevcut. 50 metrelik bir sokak üzerinde futbol topu, kol saati, leğen, berliner, fritöz, toka, fotoğraf makinesi, ajanda ve asprin bulmak mümkün. Nasıl bir bolluk nasıl bir düzeli kaostur bu. Aklım almıyor. Her gün yeni bir şey, yeni bir yer görüyorum aynı sokaklarda. Yemekler de cabası, her öğlen 7 tllik ticketlarımla ziyafet çekiyorum. Bir tabak tadına doyulmaz sebze 5 tl, 50 gr ekmek arası döner 4 tl.

Bu pahalı, çünkü döner değil, Deuner.

İnanılmaz. Artık yemek maceralarımı Sirkeci'den de bildireceğim. Şimdiye kadar 2 tavsiyem var; beni geçen hafta ziyaret eden Ece ve Arman'la gittiğim yerler. Birincisi Arman'ın beni götürdüğü, ünlü Zümrüt Büfe. O nasıl bir dönerdir. Dükkanda hiç bir numara yok bu arada sadece döner olayı. Ketçap mayonez isterseniz garip bakıyorlar ona göre, dönere layık gördükleri iki şey var, püre ve salata. Ben sade yedim, Arman ise püre ve salatalı. Tek kelime ile muhteşemdi, 100 gr.ı 12 tl, Eminönü standartlarında yüksek olsa da değer,kesinlikle gidilmesi gerek. Adresi Sabuncuhan cad.No.26 Eminönü, Mısır Çarşı'sının Tahtakale kapısından çıkıp önce sol, sonra ilk sağ sokakta. Arman'ın bulması Hacı malzemeleri satan dükkanın karşısı, boncukçunun yanı idi, işe yaradı. Ece geldiğinde ise, bugünkü Masa, Loft ve Borsa'nın dedesi sayılabilecek, Sirkeci'deki ilk Borsa'ya gittik. Self servis sitemiyle çalışan bu şube de Sirkeciye gelince kaçırılmaması gereken bir durak. Döneri ve ızgara tavuğu tavsiye ederim. Yalı Köşkü Cad. No:60/62 Eminönü

Vee geldik Sirkeci ve çevresinin esas değerine. Bir süredir farketmeden, menülerde ve tabelalarda türkçe-ingilizce çevirisinde 'yurdum insanlıklarını' biriktiriyorum. Burası ne tarih ne de kültür konusunda, etrafta dakika başı gördüğüm muhteşem çeviriler ve yurdum insanlıkları kadar etkileyebildi beni açıkçası..

Böyle değişik geçen 5 iş gününden sonra, bir kaç haftadır her pazar sabahı yaptığım gibi kahvaltı için Arda'yla, Kerim'le Özge'nin evinin yolunu tutacakken, programda yapılan küçük bir değişiklik ile, turist olmayanlar için turistik turuma devam ettim. Şiddetli tavsiyeler üzerine, Aksaray'da bulunan Akdeniz Hatay Sofrası'na gittik. Bu kadar çok çeşit peynir, meze, börek otel açık büfelerinde bile nadir. Hayatımda duymadığım bir sürü yemek vardı. Gastronomik maceraperestimiz Emre önderliğinde bir sürü şey denedik ama ben mumbar dolmasında takıldım. Iııh yani gerçekten midem kaldırmadı konsepti ve görüntüyü. Yiyenler çok beğendi ama ben sakatat konusunda risk almama taraftarıyım.

Ben genelde sebze ve ot türevlerinden ilerleyerek, kısır, çeşit çeşit dolma, yoğurtlu sebzeler falan yedim. Abagannuş, tebbuli, mekdus, mütebbel ve haşlama oruk yediğim şeyerden sadece bazıları. Her birinden azar azar deneyip baya ciddi bir repertuarı denedim. Ocağın açılmasını fırsat bilip, gerçek bir brunch yaparak bir de kağıt kebabı yedik. Hele sıcak servis edilen fava ezmesi diye bir şey vardı ki, ((hatta resimde çatalımın içinde olduğu kahverengimsi şey) tarifini bulmak zorundayım, İNANILMAZ!
Akdeniz Hatay Sofrası-Ahmediye Caddesi No:44 Aksaray, Vatan Caddesi üzerinde historia AVM yanı. Valesi bile var ayıp ettiniz, ve resmini çekmeyi unuttuğum wc yerine 'Lavabolar' yazan tabela.

Buraya kadar gelip, 17 sene sonunda iskelelerin kalktığı Ayasofya'yı görmemek olmaz dedik ve vınn Sultanahmet'e vardık. İsim vermeyeceğim ama aramızda Ayasofya'yı görmemişler de vardı, iyi bir gezi oldu. Günlerden pazar, hava da kapalı olunca gayet sakin, tenhaydı, baya rahattık.

Ayasofya tüm ihtişamıyla görücüye çıkmış, artık tavanları görmek için üzerinize iskele düşmesini riske etmeye gerek kalmıyor. Ben bu yapıya her girdiğimde nefesim tutuluyor, bu nasıl bir tasarımdır, nasıl bir inşaat tekniğidir.

Hava da kapalı olduğundan tüm ışıklar yanıyorken içerisi daha bir mistik ve gerçek üzeri olmuştu. Herkesin gidip görmesi gerek acilen zaman yaratıp, giriş 20 tl, kredi kartı alıyorlar.

Eklemeden geçemeyeceğim, 1500 küsür sene önce böyle bir bina yapabilmişken insanlar, bu muhteşem yapıya bizim katıığımız ne peki derseniz;
Buyrun.

Böyle bir günün sonunda, sıcacık evde oynadığımız Trivial Pursuit tam oturdu. Muhteşem bir pazar günü de böyle bitti. Geçirdiğim dolu dolu bu hafta, İstanbul'u daha iyi tanıyacağım dememin üzerine iyi geldi, olacak dedim oldu işte. Tekrar NY'ta görüşmek üzere.

PS. Bu resmi az kalsın unutuyordum, Ayasofya'nın çıkışındak şikayet kutusu beni benden aldı. siz de bundan sonra blog ve genel olarak benim hakkımdaki şikayetlerinizi lütfen buraya bildirin. Bilgilerinize arz ederim.

Çarşamba, Aralık 22, 2010

döNYüşüm muhteşem olacak..Pt 1.

Utanıyorum evet. Gerçekten seni çok ama çok ihmal ettim sevgili günlük blog. Evet uzuuun bir aradan sonra yine karşınızdayım. Son entry'mden beri kontrolüm dışında olan gelişmeler nedeni ile yazamadım. Babaannemin rahatsızlığı nedeniyle süpriz bir şekilde New York'a gitmem gerekti ay başında. Bu arada ciddi bir şey yok, bir kontrol için gittik sıkıntı yok. 9 günlük bu piyango tatilden sonra da geldiğimden beri evde internetim çalışmıyor. Ttnet ile yaptığım milyonlarca dakikalık telefon konuşmaları, modemi aç kapa, fişi tak çıkart, kabloların tek tek santim santim taranması sonucunda hiç bir yere varamadık. Taa ki iki gün önce modemi elime almamla beraber içinden gelen foşur foşur su sesine kadar. Açık unutulan pencereden yağan yağmur modemimin içinde kendine yer etmiş. Of da of. Sonuçta karşınızdayım. Entry uzun olacak ona göre, çenem düşük bugün.

Planlanmamış tatil kadar güzeli yok ben bunu öğrendim. Çarşamba gece yarısı verilen karar ile cuma sabahı New York'a doğru yola çıktım sevgili babaannemle. Bu arada THY doluydu anlamadık, Delta ile uçtuk şaşırtıcı derecede güzeldi. Babaannemi de yoldan çıkarttım ve jenerasyon farkı demeden çok eğlenceli bir yolculuk yaptık beraber. İnsan ailesini ne kadar özlediğini ve ihtiyaç duyduğunu, uzun bir süre aradan sonra uzun uzun görüşünce anlıyor.. 

Bu arada engelli insanlar için bu ülkenin nasıl bir cehennem olduğunu bir daha anladım, babaannem için rezerve ettiğimiz tekerlekli sandalyeyi bulmamız, ve havaalanı çalışanlarına gerçekten ihtiyacımız olduğunu anlatmamız güvenliği geçmemizden daha zordu. Hele 'Çoğu yolcu hasta olmadıkları halde sıraları atlamak için istiyor ne yapalım, sizin rahatsızlığınız neydi anlayamadım' diyen hostes hanım, karma seni bekliyor. Neyse. uçağa binmeden hemen önce gördüğüm bu muhteşem panoo beni benden aldı.


Uçak rezervasyonu dışında hiç bir detayıyla ilgilenmediğim tatilim sevgili halam ve eniştemin muhteşem organizasyonu ile süper geçti.(Nice mutlu senelere sizi aşk kuşları sizi!)  Dünya varmış ya! Kraliçeler gibi bir tatil yaptım. Bu stresli dönemimde aile ve aile kadar yakın arkadaşlarımla geçirdiğim bu zaman gerçekten ilaç gibi geldi.

Tabii ki şikayetsiz bir Bengi, Big Mac sossuz bir Big Mac'e benzer:) Evet, Christmas arifesinde New York'taydım. Aman allahım. bu ne gazdır, bu ne aceledir. Bayramın ilk günü İstiklal halt etmiş Noel öncesi 5. caddenin yanında. Her yer torba, her yer insan her yer bir koşuşturma. Hafta içi olmasına rağmen mağazaların açılış saatinden kapanışa kadar her daim doluydu her yer. Bir de her mağazada çalan Noel şarkıları beni bitirdi. Resmen sinir bozuyor sürekli Jingle Bells dinlemek. Yeni şarkı da yazılamayacağına göre Noel'e, aynı şarkıları milyon kere yorumlamışlar. Kalabalık+torbalar+buz gibi soğuktan hamam dükkanlara giriş+noel şarkılarış esşittir akıl hastanesi.Türklerin bayramda avrupa saldırısını, amerikalılar noelde New Yorku basarak püskürtmüş. 'On monday, americans will attack New York' durumu yani. Türklere değinmeden de geçemeyeceğim, 57deki otelden her gün şöförlü jipiyle alışverişe giden eşofmanlıların Türk olduklarını anlamak için pasaportlarına bakmaya gerek yoktu.

Gelir gelmez birtanecik Tasha'm karşıladı beni. Guacomole düşkünlüğümü bildiğinden otelime yürüme mesafesindeki Rosa Mexicano'ya götürdü beni. Bu arada Türkiye'deki avokadoların sakilliği nedir? Sıfır tat, lifli böyle içi, hafif de sulu gibi. Bir garip, bir de utanmadan 4 tlye falan satıyorlar kuduruyorum manavda. Neyse. Neredeyse her gece guacomole yedim ben de inadına. Masada yapılan muhteşem, parçalı bir guacomole bu. Yanına da tuzlu klasik lime margarita. Of da of süper bir başlangıç oldu.
Rosa Mexicano- 57th ve 1st Ave
www.rosamexicano.com

Hazır Guacomole demişken boş durmayayım, hemen kendi Guac tarifimi veriyorum. Çok basit, 2 avokado (parmakla üzerine bastırıldığında, yumuşak ama yılışmayan bir yumuşaklıkta olması lazım), 1 küçük beyaz soğan, yarım limon, zeytin yağı, acısso, kimyon, tuz/karabiber. Avokadoları uzunlamasına kesipş çevirerek açıyoruz. Ortadaki kocaman çekirdeğe, bıçağın keskin tarafıyla vurup, bıçağı içine geçiriyoruz veee çeviriyoruz, çekirdek çıktı. Çekirdekleri atmıyoruz, Guacomole beklerken çok çabuk kararır, içine çekirdeği koyunca ise sihir gibi kararmıyor! Avokadoları bir kaba kaşıklayıp içinde kabaca keskin bir bıçak geçiriyoruz ki parçalansın. Küçücük doğradığımız soğanı, yarım limonun suyunu, 1 ÇaK kimyonu ve isteğe göre tuz/biber ve acısso ekliyoruz. Fazla karıştırıp püre yapmamaya dikkat ederek, 2 ÇK zeytin yağı da ekliyoruz ve guacomole hazır. Tortilla cipsi yoksa, Evdeki lavaşları cips gibi dilimleyip, üzerlerine biraz zeytin yağı+kimyon+tuz koyup 10 dk 180 derecede fırınlatınca muhteşem cipsler oluyor. Acıktım bile ben.

İlk gecem gayet hareketliydi, yemekten sonra bize katılan Tasha'nın erkek arkadaşı Abhay, canlarım Emre ve Selin'den sonra, New York'ta bir trend olan ev tipi 'gizli' bir bara gittik. Dışarıdan bakıldığında hiç bir tabelası olmayan The Raine's Law Room'a simsiyah bir ev kapısını çalarak giriyorsunuz. İçkilerin her biri uzun uzun hazırlanıyor, içinde çeşit çeşit değişik yağ ve karışım var, yani gidip bana bir bira ya da votka tonik diyemiyorsunuz. Ben en çok Old Cuban'ı beğendim, tavsiye ediyorum ve dinleyin lütfen, çünkü biraz piyango durumu var bazı karışımlar içilecek gibi değil.
The Raine's Law Room-21 W 17th St.

Günlerim genelde babaannem ve halamla öğlen yemekleri, arkadaşlarla akşam programları, ve araya serpiştirilmiş popo donduran yalnız New York gezmeleri olarak 3'e ayrıldı. Öğlen için tavsiyeler;

Tabii ki bir New York klasiği fransız bistrosu Balthazar, steak frites, buz gibi kocaman bir bira vazgeçilmez. Ben bu sefer bir de French Martini ve creme brulee denedim, kelimeler yetmiyor anlatmaya tadlarının güzelliğini. Bu arada French Martini votka+ananas suyu+chambord; chambord ahududu likörü, sonunda Türkiye'de de satışa sunuldu, yapması kolay ve süper bir kokteyl.

                                                                 Balthazar-80 Spring St
İstanbul'da bu fransız esintisini yaşamak için, Esenciğimin şefliğindeki La Brise restoranı tek geçerim. La Brise-Asmalı Mescit caddesi No 26, Ece  Aksoy 9 karşısı; 02122444846.

Balthazar'la uzaktan yakından alakası olmayan, dim sumla devam ediyorum. Tasha ve Abhay beni pazar günü dim sum için Chinatown'a götürdüler. Bildiğin Çin canım burası. Baya dikkat çekioduk biz yani herkes asyalı. New York'a kadar gelip gidip bunca sene buraya gelmediğime inanamıyorum, gerçekten çok ilginç bir yer Chinatown. Kesin gidin görün dolaşın, Eminönü gibi bir yer.

 Vitrinlerdeki çoğu şey korkunç baya ama ben gözlerimi kapattım ve yoluma devam ettim, her türlü hayvan uzvunu bulmak mimkin burada, adamlar gerçekten ne bulurlarsa yiyiyorlar resmen. Baya bir sıra bekledikten sonra Sunshine 27'de yer bulabildik. Gerçekten tatilimin en güzel ve ilginç anılarından biriydi. Tavuk ayağı dışında önüme ne koyulduysa yedim. TsingTao da bildiğin bizim Efes yani.

Şu tartlara BİTTİM, hemen yapacağım. Kaya tart ismi sanırım.
                              27 Sunshine Seafood-46 Bowery(Bayard ve Canal St arasında)
        Tabii ki kendi sitesi yok ama review'ları yelp'te http://www.yelp.com/biz/27-sunshine-new-york
İstanbul'da bu tip minik minik porsiyonlarda, çeşit çeşit cin yemekleri İstinye Park'ta Dim Sum adlı restoranda mevcut. Dim Sum-İstinye Park 2. kat House Cafe yanı; http://www.thedimsumgroup.com/. Kızarmış kalamarş chicken shu mai. Yiyin.

New York'a gelip italyan yemeden olmaz. Kardeşimin taciz derecesindeki ısrarları sonucu west village'daki Bar Pittiye gittik Leti ve Selin'le. Rezervasyon almıyorlar, biz beklemedik ama aklınızda bulunsun. Ekmek inanılmaz.

Ben spesyaliteleri olan Rigatoni Pitti'yi yedim, krema, hindi sosis, bezelye, parmesan ve domates. Tek kelime ile harikaydı. Zaten herkes benden yedi sonra:) Burrata con Pomodori'yi unutmamak gerek, Bufalo sütünden yapılan bu muhteşem mozzarella peynirini ilk Milano'da yemiştim ve herhalde en sevdiğim penir açık arayla ama temini çok zor İstanbul'da. Dipnot olarak Kanyon'da Burrata satacak bir restoran açıldığını duyduğumda çok sevinmiştim, annemle geçen hafta gittiğimiz Obika beni çok büyük hayal kırıklığına uğrattı. 3 parça minnacık Burrata için 58 tl ödedik. Peynirlerin içi kuruydu ve lezzeti de fiyatını yansıtmıyordu açıkçası. Neyse, yazık.

                                                                 Bar Pitti-268 6th Ave
                                                http://www.yelp.com/biz/bar-pitti-new-york

Entry fazla uzadı sanırım, bunu 2 bölüme ayıracağım direkt. Bundan sonra böyle kardeşim. Anlatacak çok şey varş barlar, bakery'ler, aldığım muhteşem kitaplar...Akşam kendi tarifimden pizza yaptım ikinci kez onu deneyeceğim, bana afiyet olsun. Geri kalanı yarın, bu sefer söz!

PS:Başlığa laf yokş dayaNYamadım.




Pazartesi, Kasım 29, 2010

Simitin kuzeni Bagel

Cumartesi akşamı çıkmamak aslında bir lütuf, ben bu pazar sabahı bunu öğrendim. Çok planlar yapılıp, gerçekleşen 0 planla geçen bir hafta sonu, beni şaşırtıp en iyi partiden daha mutlu etti. Ben ne kadar geç yatsam da odamda perde olmadığından mıdır, hep erken kalkıyorum ama önceki gecesi azılmamış sabahın tadı bir başka oluyor. Erken edilen kahvaltı, ter kokmayan gym, bitmeyen enerji, trafiksiz yollar ve sessizlik. Yaşlanıyorum galiba. Erken kalkınca erkenden halledilen günlük işler de cabası, böylece öğlenden itibaren arkadaşlarla yapılacak bilumum şeye zaman kalıyor, artıyor bile. Geçen hafta uzun süredir ilk defa dışarıda Cumartesi'nin keyfini çıkarttım, 20 derecelik hava da gerçekten insan daha ne ister ki dedirtti. Aralık kapıya dayanmışken Nişantaşı'nda (bu hep kafama takılıyor, Nişantaşı'da olması gerekmez mi?) yapılan gün ortası keyfi gerçekten paha biçilmez.
Bazıları frankfurter sever.

 Evden çıkmadım, çok sorumluyum, çok olgunum diyemeyeceğim, bunda kararsız canım arkadaşlarımın veeee annemin bana aldığı yeni sevgilim Kitchenaid'in katkısı büyük. Eve kapanıp aşk yaşadık son iki gündür gerçekten. Karıştırıyor, yoğuruyor, çırpıyor, bunları yaparken mutfağı hiç dağıtmıyor; hem de insan bakmaya doyamıyor. Yeni sevgilimin, tanıdığım çoğu erkekten daha çok işe yaradığı kesin;) (İlk gülen suratım da buraya nasipmiş, kimse üzerine alınmasın diye)
Hem güzel, hem akıllı.


Muhteşem Cumartesi'den Pazar da geri kalmadı. Bir önceki günden hazırlayıp buzdolabına teslim ettiğim hamurdan yaptığım, tek kelimeyle i-na-nıl-maz bagel'larla edilen kahvaltı paha biçilmezdi.

Üzerine Benny ve Toro'yla yaptığım 'tempolu' yürüyüş de, bagel'dan aldığım kalorileri bir nebze de olsun hafifletti. İstanbul'da insanın köpekleriyle yapabileceği şeyler sınırlı, iyi havaya da çok bakıyor ne yazık ki. Tabii benim oğullarımın da sosyal ortamlarda birer canavara dönüşmesi işleri hiç kolaylaştırmıyor. Bu nedenle sadece arabaya binmek bile benimkileri acayip mutlu ediyor. 
OLEEEY!!!!


Hep imreniyorum kafelerde köpekleriyle oturabilen insanlara, o ne medeniyettir. Ben en son Toro'yla bi yere gittiğimde, sandalyeme bağlayıp lafa daldığımda kendi ipini yiyerek karşı kaldırıma geçmişti. O yüzden bu pazar ilaç gibi geldi bize, sahilde sürekli köpeklere laf atan yurdum insanı bile bozamadı keyfimizi. Gerçekten, köpeğe 'pisi pisi' demek nedir? Çeşitli nedenlerden uzayan yürüyüşümüz sonunda baya bir yorulduk, sadece ben değil.
Evet, belli oldu hepimizin ihtiyacı var spor yapmaya, tek benim değil, Benny resmen öldü.


Gerçekten, İstanbul'da yaşamama rağmen boğazda yaptığım yürüyüşler 2 elin parmaklarını geçmez herhalde. Millet şehirlerde sokaklarda araba, kamyon, asfalt demeden koşuyor, yürüyor, ben malak gibi evde yatıyorum bu güzelim şehirde. Evet, bazı şeyleri değiştirme zamanı geldi sanırım.

Şimdi sırada tarifim var. Tarif, bagel tarifi. Amerikalı'ların bizim simit tükettiğimiz gibi tükettikleri bir hamur işi. O da yuvarlak, o da hamurdan, o da her an yenilebilir. Tek farkı, ve benim bagel'ı daha çok sevdiğim nokta da bu açıkçası; daha tombik olması. Böylece içine bilumum malzeme doldurulup sandviç halinde de yenebiliyor. Simit'in beyaz peyniri ne ise, bagel'inki de krem peynir. Oof bir de üzerine füme somon, kapari, dereotu ve limon suyu...Tarifi veriyorum, yoksa bitmeyecek bu iş.

Bagel

Hamuru için

40 gr eritilmiş tereyağı
2 1/4 ÇaK kuru maya
2 1/4 cups ılık su
2 ÇK şeker 1 ÇK bal
3 ÇK 'solid vegetable shortening' -şimdiii bu vegetable shortening nedir ben çözemedim, çok da uğraşmadım ama yaptığım arama sonunda, yerine tereyağı kullanılabileceğini öğrendim, öyle de yaptım, 60 gr tereyağı
1 ÇK tuz
2 ÇaK karabiber
6 cups un

İçinde kaynayacağı su için

8 cups su
1/4 cup şeker
1 ÇaK karbonat
1/4 cup pekmez- tarifte yoktu ama bagel tariflerine bakarken, çoğunda 'barley malt' diye bir şey gördüm, pekmeze benziyordu ekledim, zararını görmedim

Bagel'lerın üzeri için

2 yumurta akı
1 ÇK soğuk su
Susam, haşhaş tohumu, sarımsak tozu, soğan kurusu
Tuz


Önce mayalandırma işlemini başlatarak girdim olaya, 1/4 cup ılık(ben hafif sıcağa kaçan kullandım) suya, mayayı çırptım.İçine balı da ekleyip, mutfağın ılık bir yerine bıraktım, krema gibi olana kadar.

Bu arada geri kalan suyu, 60 gr küp küp tereyağını, kremalaşan mayayı ve tuzu muhteşem mikserime koydum. biraz karıştırdım ama küp tereyağıyla su tabii ki de karışmıyor. Tarif bir garip, katılıyorum. Durum bu olunca, uğraşmadan direk üzerine yedire yedire 6 cup unu boşalttım. Bu arada mikser sürekli çalışır haldeydi, iyi karıştırın.

Bir hamur oluştuğunda, hiç oluşmasa daha iyiymiş dedirtecek derecede yapışkan, biçimsiz ve sinir bir hamur. Zorla karıştırma kabından ayırıp unlu tezgaha attım.

Tezgahı unlamak bahanesiyle eklenen 1.5 cup undan sonra, hamura benzeyen hamuru, erimiş tereyağı ile yağlanmış borcama alıp, üzerini de yağladıktan sonra, plastik filmle kapattım ve 2 katına çıkana kadar bir köşede beklettim. 2 katına çıkan hamuru, bir kaç kere yoğurup havasını aldıktan sonra, yağlayıp, üzerini kapatıp, 1 gecesini geçireceği buzdolabına koydum.

Vee geldik pazara. Geleceğe dönüş oldu biraz, zaman falan geçti, hamur kocaman oldu, artık pazar sabahı, hadi bagel zamanı!!!!! Her şeyden önce fırını 240 dereceye kuralım, en önemlisi bu.

Buzdolabından çıkan hamuru ikiye böldüm, 2. parçanın üzerini kapatıp dolaba koydum. Tezgahtaki parçayı 5 eşit parçaya bölüp, hafif hafif unlayarak top yaptım, bu baya eğlenceliydi.

Şimdi işte bagel işinin en can alıcı noktası. Bagel'ı bagel yapan şekli vermek. Hamuru baş ve işaret parmağı arasına alıp del diyor tarif. Yok yaa??? O kadar basit değil ki, şaşarsın. Parmak yapışıyor, bagel kopuyor, dairelikten çıkıyor, abidik gubidik hamur parçasına dönüşüyor bu meret.

Ben deneme yanılma ile becerdim işi, ki en sevdiğim öğrenme biçimi, denemeden, yanılmadan öğrenilmiyor, ezber yok! Baş ve işaret parmağını unlayıp, bagel'ı çimdirerek deliyoruz, işaret parmağının etrafına geçirdiğimiz hamuru, hulahop çevirir edasıyla parmak etrafında çevirip, tepsiye bırakıyoruz. Voila.

Evet, simitte olduğu gibi kuzenlerinde de şekil sıkıntısı mevcut. Genetik herhalde, olduğu kadar artık. Şaka bir yana burada bir dipnot vermeden geçemeyeceğim, delikleri olabildiğince büyük tutuni hamur çok kabaran bir hamur, sonra benimkiler gibi açma/bagel karışımı deliksiz 'türk beygıl'ına kalırsınız. Ki bence güzeller...Neyse.

Bagel'lar fırınlanmadan önce kaynatılıyormuş. Haydaa. Peki dedik, 8 cup su+pekmez+karbonat+şekeri kaynattık. Bu arada da internette okuduğum tarif yorumlarında, kaynar suyun mayayı öldürdüğü, bagelların dağıldığı gibi korku hikayeleri okudum, ödüm patladı ama tarifime güvendim. Kaynar suya bagel'ları attım, dibe çöktüler önce, yüzeye çıkan bagel'ları taraf başına 1 dk kaynattım ve fırın tepsisine aldım.

Bagel'ları tatlandırmak için, üzerlerine çırpılmış 2 yumurta akı+su karışımını 2 kat sürüp, bilimum malzemeyi de serpiştirdim.

Benim en sevdiğim bagel olan 'everything' bagel'ı taklit etmeye çalışıp, haşhaş tohumu+toz sarımsak+toz soğan+susam karışımını bagel'lara yedirdim.

240 dereceye ulaşan fırının en altına bir borcam koydum, cam ısınana kadar, 10 dk kadar bekleyip, yarım bardak soğuk su ve birkaç buzu , bagelları fırına attıktan hemen sonra sıcak borcama döküp hemen fırının kapağını kapattım. Buhar odası senaryosu, anladınız. 20 dk sonra, fırını kapatıp, kapağını açıp, bagel'ları 5 dk daha öyle beklettim.

Ve, alın size evde bagel. Soğuma teline aldım, muhteşemler. Söyleyecek bir şey yok artık.

Budur.

İçi yumuşacık, fırından çıkmış normal ekmek gibi, dışı simit gibi çıtır çıtır. Bir insan pazar sabahı daha ne ister ki?


Tazeyken olduğu kadar, bu akşamüstü atıştırmalık olarak, zeytin ezmesi+kaşarla tost makinesinde kızarmış bagel muhteşemdi. Her yola geliyor yani. Vay vay vay.


Blogu yazana kadar, gururum sönmesin diye bagel resimlerini yine de koydum Facebook'a. Gerçekten çok gurur duydum, inanamazsınız. İnsanlık için minik, Bengi için süper bir adım bu hamur parçası. Özellikle şu son günlerde becerebildiğim tek şeymiş gibi geliyor. Duygusallık bir yana, en büyük destek ve yiyemediği için kahrı taaaa GuangZhou'da noodle ve köpek etiyle beslenen, bana GuangZhou diye bir yer olduğunu öğreten, Çin'deki tek okuyucularım, çin işkencesi mağdurları Tolga ve Ece'den aldım. Bizden hiç bahsetmiyorsun diyorlar sürekli, bu bagel'ları onlara ithaf ediyorum. Gözden uzak gönülden uzak derdim de, sıkıntı yok, Blackberry sağolsun.

Dipnot: Blogu okumadığını bildiğim sevgili gelecek bridesmaid(hahahahha) adaylarım, size de ders olsun bu, Çin'de bile okuyan var, siz İstanbul'da okumuyorsunuz;)